Gerçekçi Ol İmkansızı İste
1968 olayları olarak bilinen ve dünyayı sarsan gençlik hareketinin en önemli sloganlarından biri buydu.
Hayatım boyunca bu slogan üzerine çok düşündüm. Hem gerçekçi olmak hem de imkansızı istemek nasıl mümkün olur? Sonunda inandım ki, gençlik için söylenebilecek en güzel sözlerden biri bu.
Bu söyleşide sizin de üzerinde düşünmeniz için sözü size bırakıyorum. Belki söyleşinin sonunda yine bu söze döneriz.
Önce dünyanın, ülkemizin ve şehrimizin gerçekleri üzerine biraz konuşmak isterim.
Androposen çağını hiç duydunuz mu? İlkokulda öğretilir; ilk çağ, ortaçağ, yakın çağ, yeni çağ… Androposen çağı 300 yıldır içinde yaşadığımız çağa verilen isim. “İnsan Çağı” demek. Yani insanın bu zaman dilimine damga vurmuş olmadı nedeniyle bu isim verilmiş. İki çarpıcı örnekle ne kadar doğru bir tanımlama olduğunu anlatayım.
1900 yılında insan eliyle üretilen tüm imalatların kütlesi ve ağırlığı 35 milyar tonmuş. 20. Yüzyılın ortalarına doğru bu rakam 70 milyar tona çıkmış. “Büyük hızlanma” denilen 2.Dünya Savaşı sonrası yıllarında 500 milyar tona ve nihayet son 20 yılda bu rakam 1.2 trilyon tona ulaşmış. Bu ne demek biliyor musunuz? İnsan eliyle yapılan köprüler, barajlar, binalar, yollar ve tüm diğer imalatlar, doğada yaşayan tüm canlıların, hayvanların, bitkilerin, çalıların, ağaçların, ormanların toplam kütlesi ve ağırlığına eşit bir noktaya gelmiş. Yani 21.yüzyılın ilk çeyreğinde doğamız küçülmeye, insanın yapay dünyası büyümeye başlamış. Yani giderek daha çok küçülen bir doğada yaşıyoruz artık.
Son 50 yılda ise çok daha çarpıcı bazı rakamlar var. İnsanın yerleşik hayata geçtiği 10.000 yılı aşkın bir sürede eriştiği nüfus son 50 yılda 2 katına çıkmış. Kaynakların kullanımı 3 kat, enerji ve gıda üretimi 3 kat, yüksek tüketim sonucu küresel ekonomi 5 kat ve ticaret 10 kat artmış.
Androposen yani İnsan Çağı son 50 yılda olağandışı bir büyüme yaşamış. Bu çağ ve bu büyük artış, adeta doğanın can çekiştiği iklim değişikliğine yol açmış.
1992’de Kyoto ve ardından 2015’te Paris’te bu değişiklikle başa çıkmak için çeşitli kararlar alınmış. 2050’ye kadar küresel ısınmanın 1.5 derecenin altında tutulması ve sıfır emisyon hedefleri konmuş.
Geçen 50 yılda 3 Türkiye büyüklüğünde buzul erimiş ve erime bu hızla devam ederse okyanusların 13 metre yükselmesi bekleniyor.
İklim değişikliğinin en önemli sonuçlarının suyla ilgili olacağı öngörülüyor.
Dünyadaki tatlı su miktarı toplam su miktarının yalnızca %2,5’u. Geri kalan %97,5 ise tuzlu su.
Ve bu tatlı suların yalnızca %1,2’si yüzeydeki temiz suyu oluşturuyor. Üstelik o %2,5’un %1,2’sinin de hepsi insan kullanımı için elverişli konumda olmayabiliyor. Yani bize sonsuz gibi görülen su varlıkları aslında çok kısıtlı. Ve sadece biz değil karasal tüm canlıların bu tatlı suya ihtiyacı var.
2050’ye kadar, küresel ısınma 1.5 derecenin altında tutulamazsa, 350 milyon insanın kuraklıkla başbaşa kalacağı ve büyük göç hareketlerinin yaşanacağı öngörülüyor. Kısacası iklim krizi ile yaşanacak afetlerin %90’ı su ile ilgili olmaya devam edecek.
Demokrasi Krizi
İnsan evladının yaşadığı iklim krizinin anahtarı demokrasidedir.
Demokrasi 5 yılda bir sandığa gitmekten ibaret bir sistem değil.
Dünyadaki en büyük sosyal inovasyonlardan biri olarak taşıdığı erdemler; şeffaflık, temel hak ve hürriyetler, hukukun üstünlüğü, katılımcılık, hesap verebilirlik, özgürlükler ve barış, demokrasi demektir. Yani dirençli kentler, ülkeler yaratmanın ve doğayla uyumlu bir hayat kurmanın yolu demokrasiden geçer.
Peki ne oldu da dünyada iktidarlar demokrasiden uzaklaşma eğilimi içine girdiler.
Demokrasi, doğanın haklarını korumakda zayıf kaldı. Hukukun üstünlüğünü ve temel hakları doğa için uyarlamayı başaramadı. Yani demokrasi, ekolojik demokrasiyle buluşamadı.
Sosyal bilim anlamındaki gelişmeleri gördükçe, bilginin kolay erişilebilirliği ile ilgili umutlanmıştık. Fakat diyalektik gereği, her şey zıttını doğurduğu için, bu kadar büyük bir özgürlük ortamı beraberinde iktidarını korumak isteyenlerin otoriterleşmesine yol açtı. İletişim alanındaki büyük gelişmenin kendi iktidarlarına zarar vereceğini gören iktidar sahipleri daha despotik, otoriter yapılara ihtiyaç duydular.
Düşünce özgürlüğünün önünü açan teknolojik gelişmeler, algı operasyonlarıyla, manipülasyonlarla ve trol ordularıyla, bu ortamı kirleten hatta tehlikeli hale getiren bir mecraya dönüştürüldü.
Despotik iktidarlar tüm dünyada güçleniyor. Neden? Çünkü milliyetçilik ve popülizm iktidarların en kolay oy topladığı enstrümanlar. Ama bu giderek daha içine kapanan giderek daha muhafazakarlaşan bir tablo ortaya çıkartıyor. Bu tablo, toplumdaki kutuplaşmaların büyümesi ve bölgesel krizlerin küreselleşmesi tehditini de içinde taşıyor. Örneğin Kuzey Kore Ukrayna’da Rusya’yı desteklemek için asker gönderme sözü veriyor. Amerika da Güney Kore’ye misilleme olarak asker desteği gönderiyor. Ukrayna Rusya Savaşı Amerika’nın, Kore’nin içine girdiği büyük bir savaş potansiyeli taşıyor. Aynı tehlike, İsrail’in Filistin’de yarattığı katliamın daha geniş bir coğrafyayı içine alacak şekilde büyümesi ihtimalini taşıyor. Özellikle Batı Avrupa’da göç hareketleri bahanesiyle artan aşırı milliyetçi fikirler, en son yaşanan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde kazanılan koltuklarla tehlikenin boyutunu ortaya koydu. Özellikle Amerika’nın Rusya’ya karşı Batı’yı yalnız bıraktığı algısı Rusya korkusunu büyütüp muhafazakar aşırı milliyetçileri güçlendirdi.
Geçmişte de Dünya savaşları bölgesel kutuplaşmaların büyümesinden çıkmıştır hep. Şimdi de insanlık demokrasiden uzaklaşmasının bedelini; iklim değişikliğinin vahametinin artması, savaş tehditlerinin yükselmesi, yoksulluğun derinleşmesi ve gelir dağılımındaki dengesizliklerin açılması gibi gerçeklerle yüzleşerek ödüyor.
Hız ve büyüme fetişleri ile varlığını sürdüren Kapitalist Sistem, maalesef demokrasiden uzaklaşıp, otoriterleşmeyi varlığını sürdürebilmek için kaçınılmaz görüyor.
Nasıl Bir ülkede yaşıyoruz?
Türkiye, tüm bunlardan payını alan ve aynı zamanda bu olumsuz gidişe katkı veren bir ülke.
Aynı zamanda, 100 yıl öncesinde emperyalizme tarihin gördüğü en büyük tokatı atmış, ve mucizevi koşullarda yepyeni bir ülke kurmayı başarmış.
Şimdi bir yandan İklim değişikliğinin yarattığı tahribatla bir yandan demokrasi krizinin sonuçlarıyla, bir yandan da bölgesel savaşların yarattığı tehditlerle baş başa.
İktidar, muhafazakarlığını en çok milliyetçilik üzerinden kanıtlamaya gayret ediyor. Ancak gerçek milliyetçilik bu ülkenin toprağını, ağacını, havasını, nehrini, sularını, yerli tohumlarını, yerli hayvan ırklarını korumak olmasına rağmen, sadece hamaset üzerinden milliyetçilikle demokrasiden uzaklaşmaya devam ediyor.
Demokrasiden uzaklaşmak hem hukuk ve adalet meselelerinde büyük sorunlara hem de kamu düzeninin bozulmasına yol açıyor. Bir yandan hiçbir suçu olmayan insanlar uzun yıllar hapiste yatabiliyor. Bir yandan bir çok suçun faili elini kolunu sallaya sallaya dolaşmaya devam edebiliyor. Demokrasi krizi özgürlükleri ortadan kaldırırken hukuksuzluğu ve adaletsizliği de büyütüyor.
Tüm dünyada olduğu gibi otoriter ve popülist iktidarların en önemli göstergelerinden biri de yolsuzluk ve rüşvet çarkının güçlenmesidir. Bir başka sonuç da topyekun üretilen refahın sadece bir zümrenin gelirini yükselten bir noktaya gelmesidir. 100lerce kez değişen ihale yasası, defalarca çıkartılan vergi afları, zenginin daha zengin yoksulun daha yoksul olmasına yol açmıştır. Türkiye’deki en zengin %1’lik kesim Türkiye’nin toplam değerinin %40’ından fazlasına sahiptir. Türkiye hayat pahalılığı ve enflasyonda birinci olduğu gibi gelir adaletsizliğinde de birinciliği kimseye kaptırmamıştır.
Türkiye’de sosyal yardımlardan istifade eden hane sayısı 5 milyonu aşmıştır. Türkiye’de derinleşen yoksullukla ilgili daha çok rakam verilebilir ama en trajik görüntüler semt pazarlarında gün battıktan sonra vatandaşların yaşadığı dramda görülür.
Nasıl bir şehirde yaşıyoruz?
İzmir, elbette bu Dünya’dan, bu ülkeden bağımsız bir şehir değildir. İzmir hem Dünya’da yaşanan iklim değişikliği, demokrasi krizi ve bir çok global krizden hem de ülkedeki antidemokratik, hukuk dışı uygulamalardan payını alıyor.
Buna rağmen İzmir binlerce yıllık kadim kültürüyle, Akdeniz’in en güçlü liman kentlerinden biri olma özelliğiyle daima farklılıkların zenginlik olarak yaşandığı bir kent olmaya devam etmiştir. Birbirinin dilini, dinini bilmeyen insanlar komşuluk ilişkisi içinde ekmeklerini birlikte büyütmenin yollarını bulmuşlar ve bunu yüzlerce yıl sürdürmüşler. Eğer demokrasi bir arada yaşamanın hukuku ve kültürüyse, İzmir tüm kutuplaşma baskılarına rağmen farklılıkların zenginlik olarak yaşanmasını başarmış Türkiye’nin en demokratik şehridir.
Bakmayın, zaman zaman yerel seçimlerde, genel seçimlerde, parti içinde, parti dışında antidemokratik uygulamalar görülebilir. Ama diğer şehirlerle karşılaştırıldığında İzmir dala en çok demokrasinin kalesidir diyebiliriz. Dolayısıyla İzmir hem Türkiye’deki hem de Dünya’daki tüm olumsuz gidişe set çekebilecek, o gidişin yönünü değiştirebilecek genetik kodları barındırmaktadır.
İzmir’in yerel seçimlerde iktidar partisine oy vermemesinin sebebi bu genetik kodlardır. Çünkü İzmir, demokrasinin erdemlerinin ve değerlerinin zenginliğini yaşadığı için ona sahip çıkma bilincini de korumuştur.
Türkiye’nin herhangi bir yerinde de bu gidişe dur demek mümkün ve bunun için mücadele etmek lazım ancak bu mücadelenin en çok meyve vereceği, mesafe katedeceği yer İzmir’dir.
İzmir, Kurtuluşun ve kuruluşun şehri olmuştur. İzmir’in işgaliyle başlayan ve 3 yıl 3 ay 24 gün süren işgalden sonra bağımsız bi ülke kurulmasına önayak olmuştur. Nasıl ilk kurşun İzmir’de sıkıldıysa, işgali bitiren son kursun da yine İzmir’de atılmıştır. Kurtuluştan 5 ay sonra yeni kurulacak Cumhuriyetin iktisadi temellerinin atıldığı İktisat Kongresi de yine İzmir’de toplanmıştır. Kısacası kuruluşun ve kurtuluşun şehri İzmir, yaşadığımız tüm krizler ve tüm bu hızlı gelişmeler karşısında umudun en çok büyütülebileceği şehirdir.
Neden Siyaset?
Almanya merkezli Konrad-Adenauer-Stiftung (KAS) Derneği, Türkiye’de Z kuşağı üzerine bir araştırma yayınladı.
Araştırma, Türkiye gençliğinin yarısından fazlasını oluşturan yüzde 56,1'lik kesiminin politikacılara "hiç güvenmediğini" ve bu oranın "güvenmem" diyenlerle birlikte yüzde 76,7'ye çıktığını gösteriyor.
İkinci anket, gençlerin yurtdışına gitme isteğinde artan oranları gösteriyor.
Yeditepe Üniversitesi ve MAK Danışmanlık işbirliği ile gerçekleştirilen “Gençlik Araştırması” sonuçlarına göre:
18-29 yaş grubu gençlerin yüzde 76’sı daha iyi bir gelecek için yurt dışında yaşamak istiyor. Her iki gençten biri mutlu olmadığını ifade ederken, yüzde 77’si torpilin yetenekten daha etkili olduğuna inanıyor.
“İfade özgürlüğünün garanti altında olduğu bir ülkede yaşamak sizin için ne kadar önemli?” sorusuna katılımcıların %83’ü “Çok önemli” yanıtını veriyor. Bunun gibi bir çok veri var.
Sonuç itibariyle gençler çok haklı olarak bu olumsuz süreçlerden etkilenerek başka arayışlar içine giriyorlar.
Sevgili gençler;
Tüm bu olumsuz süreçlerin panzehiri siyaset yapmaktır. Siyaset hayatı değiştirme sanatıdır ve siyasetten uzak durursanız, şikayet ettiklerinizin şikayet ettikleriniz tarafından değiştirilmesini beklemeye devam edersiniz. Siyasette yer bulmanızın kolay olmadığını biliyorum ama başka çaresi yok. Siyasetle ilgilenmek zorundasınız.
Derler ki: “Nereye gidersen git, kendinden kaçamazsın”
Nereye gidersen git, sonuçta birikimlerini, erdemlerini de götürüyorsun, her yeni başlangıç aslında bütün bunların üzerine oturmak zorunda. O nedenle asıl mücadele, gittiğiniz yerde yeni hayatlar kurmak için değil zaten kimliğinizin ve kişiliğinizin parçası olan erdem ve değerlerinizle kendi topraklarınızda, kendi memleketinizde, kendinize ait olan bir gelecek için olmalıdır. Bu yolda harcayacağınız gücünüz, enerjiniz sadece sizler için değil sizden sonraki kuşaklar için de aydınlık bir ülke yaratacaktır.
“Başka bir dünya mümkün”se - ki mümkün- bu önce kendi şehrinizde kendi memleketinizde kurulacaktır.
İyi ve güzel herşey mücadeleyle kazanılır, mücadeleyle korunabilir.
Bu mücadelede güçlü olmak için yapılacak iki şey var;
1) Vicdanınızı, memleket sevdanızı diri tutarak merakla, empatiyle bilgilenmeniz, yeni teknolojilerle tanışmanız, yabancı dil öğrenerek kendinizi geliştirmeniz.
2) Aranızdaki farklılıkları zenginlik olarak görüp, benzerliklerinizi güçlendirmek ve dayanışmayı daima canlı tutmaktır.
Her zaman çok çalışın, erken kalkın, spor yapın, birbirinizi, doğayı ve memleketimizi sevin…
Gerçekçi olun imkansızı isteyin.!