Siyaset, dünyayı kurmanın/ yeniden kurmanın, hayatı iyileştirip güzelleştirmenin iradesidir. Bu irade, bir arada yaşama bilincini yani sorumluluğu gerektirir. 

Siyaset ile sorumluluk arasındaki bu ilişki, yaşama bilinci nedeniyle oluşur. İnsanı ahlaklı kılan işte bu bilinçtir. Kendi benlik bütünlüğümüzü korurken diğerlerine zarar vermemek, onları da korumak ise vicdandır. Ahlakın ve sorumluluğun kaynağında vicdan vardır. 

Türkiye çok uzun süredir siyasetin bu saf ve yalın halinden uzaklaşıp seçim siyaseti dediğimiz başka bir sürecin içine girdi. Yalnızca seçim kazanma faaliyeti olarak varlık gösteren bu süreç, aslında siyasetsiz bir siyasetin giderek daha da hegemonik hale gelmesine yol açtı. 

Bu hegemonik durum, iktidarın, totaliter ve popülist yapısını güçlendirdi. Sahip olduğu gücü mutlaklaştıran iktidar partisi, devleti de dönüştürerek bir “parti-devlet” ortaya çıkarttı. 

Akademiyi, mülkiyeyi, askeriyeyi, adliyeyi, idareyi ve daha birçok kurumu gücünün parçası haline getiren iktidar, ülkeyi yüzde 80’lerle, 90’larla seçim kazanılan ülkelere benzetmeyi amaç edinmiştir.

Seçime indirgenmiş siyasal faaliyet, aday belirlemede hiçbir ilke ve değer içermeyen bir parmak sayma faaliyeti ve buna bağlı olan bir “yarış”ın sahnelenmesinden ibaret olmaya başladı. Siyasal rekabet bir güç gösterme yarışına dönüştürülüp, yıkıcı, konuşmayı değersizleştiren kirli bir “yenme” faaliyeti haline geldi.

Siyasetin doğası gereği içermesi gereken rekabet, halkın ihtiyaçları konusuna kimin daha hâkim olduğu, kimin fikirlerinin ve önerilerinin, giderek daha yıkıcı hale gelen gündelik yaşam koşullarını dönüştürmeye muktedir olacağına ilişkin bir rekabettir. Seçim siyasetinin ortadan kaldırdığı şey işte budur. 

Bu durum hem siyasal alanı, partileri, örgütleri deforme edip çürütüyor, hem de toplumu bir seçmen kitlesine, seçmeni de kazanılacak taraftar niteliğine indirgeyerek aslında yurttaşlık alanını da ortadan kaldırıyor. 

Çünkü yurttaş, bir ortaklık içinde yaşadığı bilinciyle karar veren hak öznesidir. 

Oysa taraftara indirgenmiş seçmenden beklenen bağımsız karar vermesi değil, sarsılmaz bir inançla bağlanması, kendi siyasal çıkarları doğrultusunda karar vermesi değil, bağlandığı gücü onaylamasıdır.

Bu kirli ve sürekli çürüyen düzenin tek kazananı, siyaseti ve Demokrasiyi kişisel erk alanını büyütme faaliyeti olarak kullanan liderlerdir.

Birinci dünya savaşıyla birlikte Türkiye’de yaşayan halklarda başlayan tek tipleşme, bugün düşüncelerimize, kelimelerimize, hücrelerimize kadar sirayet etmiştir.

Doğayı sadece insana, insanı sadece bireye, bireyi ise taraftara indirgeyen kapitalizm bu süreci daha da hızlandırmıştır.

Bu gidişatın sonu, korkunç bir yıkımdan başkası olamaz.

Peki, bu düzeni nasıl düzelteceğiz? 

Yapmamız gereken şey, siyasetin kamusal yararı önceleyen erdemini hatırlamaktır.

Siyasetin erdemi, müşterek yaşamın nasıl kurulacağı ve bu yaşamın nasıl sürdürüleceğine ilişkin sorularda saklıdır.

İnsanlık tarihinin en önemli inovasyonlarından olan demokrasi, işte bu arayışın anahtarını sunar.

“Nasıl bir arada yaşayacağız?” sorusuna demokrasinin içerdiği değerlerle yanıt verilecekse asla vazgeçilemeyecek üç ilke vardır: 

1) Toplumun, kentin, dünyanın, yeryüzünün bir müşterek yaşam alanı olduğu fikrinin taşıyıcısı olan ortaklık ve bu ortaklık içindeki herkes için gereken adalet ilkesi. 

2) Müşterek yaşama katılanların aynı değil, farklı oldukları ama bu farklar arası ilişkinin bir eşitlik ilişkisi olduğu ilkesi.

3) Demokrasinin özü olan “Yerel Yönetimlerin Güçlendirilmesi”

Adalet ilkesi, aslında farklılıklar arası eşitlik ilkesidir ve cumhuriyet fikrinin temelinde yatan bu ilkenin demokratik değerlere referansla tanımlanması gerekir. Eşitlik, bir eşit ilan etme meselesi değildir. Demokratik siyaset, eşitsizlik yaratan tüm yapıları görerek, yani eşitsizliği görerek eşitliği tesis etme mücadelesidir. 

Kadınları, çocukları, engellileri, Alevileri, Kürtleri, romanları, eşit yurttaşlık ortaklığına dâhil olmadıklarını düşünen tüm toplumsal grupları eşitlik bağı dışında bırakan nedenleri görmek, yoksulluğun bir “dezavantajlı” olma hali olmadığını yapısal bir eşitsizlik sistemi sonucunda doğduğunu anlatmak demokratik siyasetin görevidir. 

Demokratik siyaset, eşitsizliği görünmez kılma mücadelesi değil, eşitsizliği ortadan kaldırma mücadelesidir.

Farklılıkların ortaklaşmaya zarar veren, toplumu bölen nitelikler olmadığını, tam tersine demokratik bir toplumsallığın esası olduğunu kabul etmeyen bir demokratik siyaset mümkün değildir.

Demokratik bir biraradalık, yaşamı paylaştığımız her türlü var oluş tarzını eş değer bir saygıyla kabul edecek bir bakış açısı gerektirir. Bu ise her türlü yaşam hakkını savunmaktır.

Siyasete acilen ihtiyacımız var. Çünkü siyasetsiz siyaset oyunu, siyaset sahnesini bir yarışa çevirmekle kalmıyor, toplumsal ilişkileri bozuyor. Herkesin birbiriyle eşit hak sahibi olarak ilişki kurmasını engelliyor. En kötüsü siyaset hem siyaset oyuncuları için hem de toplumun üyeleri için kişisel, grupsal vb. yarar elde etme faaliyetine dönüşüyor. Bunun en yıkıcı sonucu ahlaki yıkımdır. Hiçbir değer içermeyen, kamusal yararı siyasilerin yararının önüne koymayan, geçici gündemlere odaklanan siyasi faaliyet, aklı ve vicdanı köreltiyor.

Ayrıca halkı, kendi yaşamının öncelikleri ve değerleri konusuna odaklanmaktan alıkoyuyor. Hemen şimdi acilen bir sosyal demokrat siyasete, kimsesizlerin sesi olan ve bu sesi bir feryada ve ortak çıkarlarımız için yol gösterici bir siyasal eyleme dönüştürecek bir siyasete ihtiyacımız var. 

Köreltilen ve çürütülen toplumun panzehri yine toplumun içinde, bu körleşme ve çürümeden en az etkilenen toplum paydaşları arasında bulunuyor. 

Siyasi partiler, seçim odaklı varoluşlarını güçlendirmek için uyguladıkları yöntemlerle çürümenin dibine vurmuşken, hala cebinden harcayarak, zamanından, sevdiklerinden fedakârlık ederek, içinde yaşadığı topluma duyduğu sorumluluk ve taşıdığı vicdandan vazgeçmeyen “Toplumsal Sivil Muhalefet” paydaşları bu panzehrin kaynağıdır.

Özellikle;

Kadın, gençlik-eğitim, çevre-doğa, engelliler, afet başlıklarında çalışan dernek, vakıf, platform vb. oluşumların, baroların, tabip odalarının, meslek odalarının çalışma alanları ile ilgili hem fikriyatının hem de faaliyetlerinin tüm siyasi partilerden ileride olduğunu, siyasi partilerin bu yapıları, taklit ettikleri ya da örnek aldıkları söylenebilir. 

Yapılması gereken; 

1) Halkın çıkarlarını koruyan ve temsil eden bu iyi ve temiz yapıların daha güçlü, daha geniş çatılar altında birleşerek “Toplumsal Birleşik Muhalefete” dönüşmesini sağlamak.

2) Varoluşlarını vicdan ve sorumluluk duygusundan alan bu yapıların kendilerini engellediklerini düşündükleri “cam duvarı” kırıp geçme gücüne sahip olduklarına inandırmak.

Binlerce yıllık kadim kültürde kaynağını bulan toplumsal değerlerimizin topyekûn çürümesine izin vermemek ve bu kadar dibe vurduktan sonra, sağlıklı, temiz bir başlangıç yapmak mümkündür. 

Özellikle “Toplumsal Birleşik Muhalefetin” açacağı yeni siyasi zemin demokratik siyasetin erdem ve değerleriyle buluştuğunda yepyeni bir Türkiye hayal olmayacaktır. İzmir bu toplumsal seferberliğin doğal öncüsüdür. 

Adalet ve eşitlikten güç alan, demokratik ilkelerle şekillenen bu siyaset alanı dönüşüm yaşanmasının anahtarı olacaktır. 

Hem de bugünden tezi yok, yarından yakın. 

Gelecek olsun.
 

Tunç SOYER